28 Şubat 2011 Pazartesi

Oscar Kazananlar

Dün gece sabaha karşı ödüller sahiplerini buldu.. 13 tahminimden 7 si tuttu, fena skor değil ;) Güzel gecede güzel kareler var.. Hamile olmasına rağmen şık giyinen Natalie Portman, çok şirindi bence..
Ödül kazananların listesi ise şöyle;

En İyi Film: The King's Speech
En İyi Yönetmen: Tom Hooper (The King's Speech)
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth (The King's Speech)
En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman (Black Swan)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale (The Fighter)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo (The Fighter)
En İyi Uyarlama Senaryo: Aaron Sorkin (The Social Network)
En İyi Orijinal Senaryo: David Seidler (The King's Speech)
En İyi Yabancı Film: In a Better World (Danimarka)
En İyi Görüntü Yönetimi: Inception - Wally Pfister
En İyi Sanat Yönetmeni: Alice in Wonderland - Robert Stromberg, Karen O'Hara
En İyi Animasyon: Toy Story 3
En İyi Belgesel: Inside Job
En İyi Animasyon (Kısa Metraj): The Lost Thing
En İyi Belgesel (Kısa): Strangers No More
En İyi Kısa Film: God of Love
En İyi Müzik: The Social Network, Trent Reznor ve Atticus Ross
En İyi Şarkı: Randy Newman, We Belong Togetether- Toy Story 3
En İyi Görsel Efekt: Inception, Paul Franklin, Chris Corbould, Andrew Lockley ve Peter Bebb
En İyi Kurgu The Social Network - Angus Wall ve Kirk Baxter
En İyi Ses Miksajı: Inception, Lora Hirschberg, Gary A. Rizzo ve Ed Novick
En İyi Ses Montajı: Inception, Richard King
En İyi Makyaj: The Wolfman, Rick Baker ve Dave Elsey
En İyi Kostüm: Alice in Wonderland, Colleen Atwood

Tebrikler :)

27 Şubat 2011 Pazar

Oscar'a Aday Filmler - 3

Evet bir tane daha film sıkıştırmayı başardık :) The Kids Are Allright'ı izledik dün akşam, kısaca bahsetmek istedim hemen.. Değişik, marjinal bir film olmuş ama çok beğendiğimi söyleyemeyeceğim.
Lezbiyen bir çift, yapay döllenme ile aynı adamdan 2 çocuk doğuruyor.. Babalarını hiç tanımayan çocuklar 2 anne ile birlikte mutlu mesut yaşıyorlar. Erkek olan çocuğun ısrarı ile babalarını (donörlerini) bulmaya karar verirler. Onunla tanışmaları ve birlikte vakit geçirmekten keyif almaları ile kurdukları feminen aile düzenleri karışıyor ama film yine başladığı şekilde bitiyor..
Oscar'a gelince, ben pek şansını görmüyorum ama en iyi kadın oyuncu da iddialı bir film. Marjinal senaryo ödülü olsaydı, kazanma şansı olabilirdi belki ;)

Filmin Oscar'a aday olduğu dallar şöyle;
- En iyi film
- En iyi kadın oyuncu
- En iyi yardımcı erkek oyuncu
- En iyi senaryo

Ek olarak, kendi tahminlerimi de eklemek istiyorum.. Bakalım hangilerini tutturabileceğim;
- En iyi erkek oyuncu : The King's Speech (Colin Firth)
- En iyi yardımcı erkek oyuncu : The King's Speech (Geoffrey Rush)
- En iyi kadın oyuncu : Black Swan (Natalie Portman)
- En iyi yardımcı kadın oyuncu : The Fighter (Melissa Leo)
- En iyi orjinal senaryo : Inception (Christopher Nolan)
- En iyi uyarlama senaryo : 127 Hours
- En iyi görsel efekt : Inception
- En iyi kostüm : The King's Speech
- En iyi yönetmen : The Social Network (David Fincher)
- En iyi orjinal şarkı : Toy Story 3 (We Belong Together)
- En iyi kurgu : The King's Speech
- En iyi animasyon : Toy Story 3
- En iyi film : The King's Speech

Bol şanslar :)

25 Şubat 2011 Cuma

Oscar'a Aday Filmler - 2

Aynı başlıktan, kaldığım yerden devam etmek istedim. İzlediğim 3 film hakkında olacak yorumlarım.. Bunlardan ilki daha önce izlemiş olduğum ama geçen yazımda malesef unuttuğum bir film olan Toy Story 3, daha sonra The Fighter ve The King's Speech var sırada..

Toy Story 3

Çok çok keyifli bir film :) Bütün seriyi çok sevdim ben aslında, kesinlikle devamı çekilsin derim..
Kısaca konusundan bahsedecek olursam; Andy büyür ve üniversiteye gitme zamanı gelir. Oyuncaklar buna hem sevinir hem de çok üzülür. Kendilerine ne olacağını bilemezler ve fikir ayrılıklarına düşerler.. Andy Woody haricindeki oyuncaklarını tavan arasına koymak üzere poşete koyar, ancak bir karışıklık olur ve poşet çöpe gider.. Kendilerinin çöpe atıldığına inanan oyuncaklar çareyi Sunnyside adında bir kreşe gitmede bulur ve macera tam anlamıyla burada başlar.. Kreşin öncelikle güzel yüzünü gören oyuncakları can sıkıcı tecrübeler beklemektedir. Sanırım tüm filmi anlatmaya başladım, en iyisi burada keseyim ;)
Film gerçekten çok keyifli, kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Hele sonundaki müzik ve Buzz'un dans gösterisi harika, bu bölümü defalarca izledik diyebilirim :) Bu seride favorimiz 3 gözlü yeşil şeyler, harikalar.. Almak için Disneyland'da aradık oyuncaklarından ama malesef yoktu. 3.filmde kendilerine önemli görevler düşmüş, umarım bu sayede oyuncaklarından da yaparlar..
Gelelim filmin Oscar'la olan bağlantısına; en iyi animasyon filmi ödülü almasına kesin gözüyle bakıyorum ben..

Filmin aday olduğu dallar şöyle;
- En iyi film
- En iyi animasyon
- En iyi uyarlama senaryo
- En iyi orjinal müzik
- En iyi ses kurgusu

The Fighter

24 Şubat 2011 Perşembe

Kaç Çentik Attık Acaba?

Bana anlatılan bir hikayeyi paylaşmak istiyorum sizlerle.. Unuttuğum, ya da yanlış aktardığım yerler varsa, lütfen mesaj atın, düzeltirim..

Bir saz ustası, yakın bir arkadaşına gitmek için yola çıkmış. Yolunun üzerinde bir köy görmüş, hem biraz meraktan hem de biraz soluklanmak için köye girmiş..
Köy kahvesine doğru ilerlerken mezarlıktaki mezar taşları dikkatini çekmiş.. 22 gün yaşadı, 37 gün yaşadı, 8 gün.. "Yazık" demiş içinden, "erken ölümler olmuş hep.."
Kahveye varmış, biraz soluklanmış, köy ahalisiyle tanışmış, kaynaşmışlar.. Tam kalkacak, köylüler "olmaz, bırakmayız, bu akşam misafirimizsin madem yolun buralara düşmüş".. Saz ustası da rahat hissetmiş kendini, akşam konaklamış.
Akşam ziyafet köylülerden, saz-türkü ustadan.. Biraz söz, biraz müzik, biraz muhabbet.. Herkes mutlu.. Ertesi sabah ayrılırken "Yaşa be üstad, sayende bir çizik daha attık mezar taşımıza" demiş köy ahalisi..
Siz kaç çentik atabildiniz, attırabildiniz?

23 Şubat 2011 Çarşamba

Şirince - Hodri Meydan Köyü

İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı adı gibi şirin bir köy Şirince.. Bilinen ilk adı olan Kırkınca'nın efsanevi bir çağda dağlara vuran kırk kişiye atfen verildiği rivayet edilir. Kirkice, Kirkince ve nihayet Çirkince gibi biçimler almış.Bir hikayeye göre, Aydınoğulları döneminde azad edilen bir grup Rum’un kendilerine gösterilen bir yere yerleşmelerinden sonra,yerleştikleri yerin güzel olup olmadığı sorulduğunda “Çirkince” demişler ve Cumhuriyet'in ilk yıllarında dönemin İzmir valisi Kazım Dirik'in talimatıyla Şirince şeklinde resmileştirilene kadar da Çirkince kalmış.

Şu ana kadar duymamışsanız da, sanırım "17 Şubat 2011 de yıkılacak" haberleri ile az çok kulağınıza çalınmıştır Nişanyan Evleri ve Şirince..
Gitmek, görmek gerek gerçekten. Turizmin sadece denize kıyı yerlerle sınırlanmayacağının en güzel örneklerinden biri.. Elimizdekilerin değerlendirildikçe parladığının, parladıkça herkes tarafından reklam yapmasak bile tanınacağının örneklerinden..Ve herşeye rağmen, değer bilmez bizlerin elinde durduğunu da her köşe başında hissedebileceğiniz örneklerden..
Şirince'ye geçen sene bayram döneminde gittim, iyiki de gitmişim..Hem çok beğenip, hem de nasıl içim acımıştır, bilemezsiniz..

22 Şubat 2011 Salı

Olağandışı Oteller

Tatil sezonu yaklaşıyor, her yerde erken rezervasyon indirim ilanları görmek mümkün.. Tatil tarihleri belli olanlar kaçırmasın bu fırsatları, biz sonlara kalacağız sanırım bu gidişle. Konu tatil olunca tabiki otellere değinmek gerek, ama bu oteller biraz farklı.. Dünyanın en çılgın otelleri olarak anılan otellerden birkaçına yer vermek istedim ;)

Ice Hotel (İsveç); dünyadaki en büyük ve ilk buzdan yapılmış otel. Yataklar bile kar ve buzdan üretilmiş, üzerinde özel ısıtılmış bir yatak mevcut. Oda sıcaklığı buzların erimemesi açısından -8 derece civarında tutuluyormuş. Çok üşüyen biri olarak pek bana göre değil burası ama yine de konsept çok ilgimi çekti..
The Old Mount Gambier Gaol(Avusturalya); eskiden gerçek bir hapishane olan otelde kalanlar isterlerse gece boyunca kilitli tutuluyor. Odalar daha önce tutukluların kaldığı hücrelerin yeniden dekore edilmesi ile yapılmış. Nezaret veya hapishane deneyimi olmayanlar ve nasıl bir his olduğunu merak edenler tarafından tercih edilen bir otelmiş.  ben almayayım ;)
Poseidon Undersea Resort (Fiji); berrak sulara sahip Fiji'de suyun 12 m kadar altında inşa edilmiş bu otel, denizin içinde uyuma imkanı veriyor. Birbirinden lüks suitlere asansör yardımı ile iniliyor. Odaların her biri %70 akrilik duvarlardan yapılmış bu sayede okyanusun dibi de seyredilebiliyor. Ayrıca sadece bir düğme yardımı ile balıklara yem verilebiliyor ve su altı ışıkları açılabiliyor. Bu otele gidip, sualtında manzarayı yaşamak isterdim doğrusu :)
Eee tabiki Türkiye'den bahsetmeden olurmu.. Bizimde birbirinden güzel birbirinden enteresan birçok otelmiz var. Bunlardan ilginç bulduğum bir tanesi de Kapadokya'da mağara konseptli  Gamirasu Cave Hotel. Yıl boyunca 17-20 derece arasında değişen havanın yakıcı sıcaklığından kurtulmak için bir iyi bir fikir mağarada konaklamak. Bu mağara Bizans İmpratorluğu döneminde keşişler tarafından kullanılıyormuş.
Kapadokya'ya lisede okul gezisi kapsamında gitmiştim. Bir daha gitme fırsatım olursa bu tarz bir yerde konaklamayı çok isterim.. Çok hoş göründü bana ;)

18 Şubat 2011 Cuma

Oscar'a Aday Filmler - 1

3 gün oldu ama bana çok uzun geldi yazmayalı, sanırım alışkanlık yaptı bende turta tadında blogumuz ;) Bu aralar klasik soğukalgınlığı ve arkasından sinüzit geçirdiğim için pek dışarı çıkamıyoruz.. Bu sayede evde film günleri çok yoğun bir şekilde devam ediyor. Oscar'a aday filmlerin hepsini izleme hevesine girdik; Inception, The Social Network, Black Swan ve 127 hours izlenenler arasında.. Kısa kısa bu filmelerden bahsetmek istedim bugün ;)

Inception

Öncelikle Inception, benim filmlerini beğeniyle izlediğim Christopher Nolan'ın bir senaryosu. İnsanların rüyalarına girip sırlarını çalan Cobb işinde çok yetenekli bir hırsız. Cobb'un bu yeteneği kariyeri açısından güzel gibi görünsede aslında hayatını elinden almış, eşine ve çocuğuna kavuşamamasına neden olmuştur.
Ona hayatını geri verebilecek son bir iş; tabii eğer imkansız görünen "başlangıç" ı tamamlayıp bi fikri çalmak yerine onu yerleştirmektir.
Film gerçekten çok ilginç ve farklı.. Nerde ne olacağını kestiremedeğiniz filmleri seviyorsanız benim gibi, kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim. Bol aksiyonlu, güzel kurgulanmış bir film..

Film hangi dallarda Oscar'a aday peki?

- En iyi film
- En iyi orjinal senaryo - Chirtopher Nolan
- En iyi sanat yönetmeni
- En iyi sinematografi
- En iyi ses miksajı
- En iyi ses kurgusu
- En iyi orjinal film müziği
- En iyi görsel efekt

Aday olan tüm filmleri izlemeden yorum yapmak yanlış olur ama en iyi orjinal senaryo ödülünü bu filmin alacağını düşünüyorum..

The Social Network

Filmin konusu hepimizin bildiği "Facebook"
Nasıl ve neden böyle bir sosyal paylaşım sitesi kurulduğu, Mark Zuckerberg hayatının anlatıldığı bir film. Başlangıçta oyuncunun çok hızlı konuşmasından ne söylediğini pek anlaayamasam da , daha sonra kulağım alıştı ve keyif almaya başladım. Golden Globe'da bir sürü ödül alan film, güzel ama bazı noktalarda kopuyor sanki. Bence tam olarak oscarlık bir film değil tabii bu benim görüşüm ;)
Filmin Oscar'da aday olduğu dallar şöyle;

- En iyi film
- En iyi yönetmen
- En iyi erkek oyuncu
- En iyi uyarlama senaryo
- En iyi sinematografi
- En iyi ses miksajı
- En iyi orjinal film müziği
- En iyi kurgu
Black Swan
Eski bir balerin ve bu konuda çok hırslı olan ancak hamileliği nedeniyle baleden vazgeçen bir anne; küçük yaştan itibaren bale eğitimi alan, başarılı olması için yetiştirilmiş bir genç kız Nina.. Nina Kuğu Gölü balesinde baş balerin olarak seçilmeyi başarmış ve hayatını dansa, bu gösteriye adamıştır. Gösteride saf ve zarif Beyaz Kuğu ile şehvetin temsilcisi Siyah Kuğuyu birlikte canlandıracak olan Nina, kişiliği duruşu ile tam bir beyaz kuğudur aslında. Ancak rolü geri siyah kuğuyu da oynaması gerektiğinden kendi içindeki karanlıkları keşfe çıkar ve bu çok tehlikeli bir yol almaktadır.. Filmin konusunu böyle özetleyebilirim, asıl kilit nokta bence Nina'nın şizofren eğilimi olması ve bunu annesinden başka kimsenin bilmemesi/anlayamaması..
Sonuç olarak Kuğu Gölü balesi kusursuz bir şekilde sahnelendi, ama Nina için son o kadar kusursuz değildi.. İzlenmesini tavsiye ederim. Natalie Portman çok çok başarılı bir oyunculuk sergilemiş.. Film en iyi film diyemem ama en iyi kadın oyuncu ödülü alma potansiyeli çok yüksek bana göre..

Oscar'da aday olduğu dallar;

- En iyi film
- En iyi yönetmen
- En iyi kadın oyuncu
- En iyi sinematografi
- En iyi kurgu

127 Hours

En son izlediğimi sona bıraktım. Dün akşam 23:30 dan sonra izlemeye başladığımız ve sabah zor kalmamıza neden olan film 127 hours.. Tek bir oyuncu filmi alıp götürüyor. Gerçek bir öyküden uyarlanmış olduğunu bilmek dehşet verici. Dağcılığa merak salmış bir genç olan Aron, Utah yakınlarında bir kanyonda sıkışıp kalıyor, hem de çok feci bir şekilde sağ eli iki kaya parçasının arasında sıkışmış halde.. Tam 127 saat yaşama mücadelesi veren Aron kolunu kaybedeyor ama azmi ile hayatını geri kazanıyor. Bazı sahneleri fazla kanlı ve dehşet verici olan filmin asıl anlatmak istediğini çok beğendim, ya da benim anladığım mı demeliyim.. En kötü şartta bile bulunduğu durumla başa çıkabilmek, yaşama sıkı sıkı bağlanmak, hatta bazen dalga geçmek kötü olaylarla.. Kaçımız bunu başarabiliriz bilmiyorum ama filme konu olan adam bunu başarmış, gönülden tebrik ediyorum kendisini.. Oscar kapsamında bakınca, en iyi erkek oyuncu ödülünü hak edebilir ama The King's Speech i izlemeden böyle bir karar vermek istemem ancak en iyi uyarlama senaryo olarak şansı olabilir diye düşünüyorum. Bunun dışında filmin müziklerini beğendim, hareketli ve mücadeleci..
Filmin Oscar'a aday olduğu dallar neler?
- En iyi film
- En iyi erkek oyuncu
- En iyi uyarlama senaryo
- En iyi orjinal film müziği
- En iyi orjinal şarkı
- En iyi kurgu

Bakalım Oscar sonuçları ne olacak, vakit daralıyor.. İzlemek istediğim birkaç film daha var ama öncesinde.. Umarım yetiştirebilirim ;)

15 Şubat 2011 Salı

Pırlantalar Yerlerde..

Daha önce Ayaklara Şenlik Var! yazımda yüksek topuklu ayakkabıların nasıl ortaya çıktığından ve kadınların nasıl tutkuyla bağlandığından bahsetmiştim. Şimdi bahsedeceğim ayakkabıyı gördüğümde bu tutkumuzun ne kadar uç sınırlarda yaşanabileceğini bir kez daha anladım.
Altın ve pırlantadan yapılan ve 100.000 sterlin (150.215 $) değerinde olan ayakkabılar İngiltere'de satışa sunulmuş.. Tamamen el yapımı ve dünyanın en pahalı ayakkabısı olma özelliğine sahip "Eternal Diamond Stilettos" binlerce pırlanta ile kaplanmış.
Öncelikle kuyumcu bir ekip tarafından şekillenen altın ayakkabıların üzerine daha sonra 2200 adet elmas işlenmiş. Tüm bu işlemler her teki için yaklaşık olarak 100 saat sürmüş. Tasarımı Christopher Michael Shellis tarafından yapılan  bu şık pabuçlar The House of Borgezie tarafından satılıyor ve 1000 yıllık garanti ile teslim ediliyorlarmış..
Şimdiye kadar 5 çift alıcı bulmuş ancak alanların isimleri kesinlikle açıklanmıyor.. Dedikodulara göre bu cici ayakkabılar Victoria Beckham, Paris Hilton ve Cheryl Cole'un olmazsa olmaz listesine girmeyi başarmış. Bi tane de ben mi alsam ne ;) 

14 Şubat 2011 Pazartesi

Sevgililer Günü ve Paris

Bana göre uzun bir hastalık döneminden sonra yeniden sahalardayım ;) Sevgili blogdaşımın iyi dilekleri ve de iyileşmemdeki desteği için teşekkür ederek başlıyorum yazıma..
Bugün 14 Şubat, tüm dünya sevgililer gününü kutluyor.. Evet ticari bir gün bugün, bende katılıyorum buna ama yine de sevgiyi, sevgiliyi hatırlamak/hatırlanmak adına çok güzel bir gün. Zaten hiç unutmuyoruz ki diyebilirsiniz ama doğumgünlerinin, yıldönümlerinin hatırlanması gibi bugün de özel bir şeyler yaşanmasını seviyorum ben :) O yüzden herkesin sevgililer gününü kutluyorum ve de Mevlid Kandilini..


Paris gezi yazımın sonunu Eyfel Kulesi ile tamamlamayı planlamıştım, bunun sevgililer günü öncesi olmasını isterdim ama sağlığım izin vermedi ne yazıkki..
Paris'e gidipte Eyfel Kulesini görmeden, en tepesine çıkmadan olmazdı tabi. Neyseki yüzlerce basamak çıkmak yerine asansörle çıkılabiliyor olması bu gezinin keyfini arttırıyor. Ancak burada da asönsör kuyruğu sizi epey oyalıyor..
Eyfel Kulesi ziyaretçilerin gezebileceği 3 ana kattan oluşuyor. 57 m, 115 m ve 276 m yüksekliklerde olan bu üç platforma 2-3-1 sırasıyla çıkmanızı tavsiye ederim. Biz bu sırayı takip ederek önce 2. kata orada yaptığımız bir turdan sonra da 3. kata yani zirveye çıktık. Zirvede kadehi 10€ olan şampanya içebilirsiniz isterseniz. Her kattan manzara ayrı güzel, ama en güzeli burada..
Daha sonra en altta olan 1. kata indik, burada orta kısımda yeşil halılar kaplanmış, çim havası verilmiş bir alan var. Çimler üzerinde oturuyormuş gibi hissedebilirsiniz bu kadar yüksekte.. Ve tabiki romantik bir yemek için şık bir restaurant var bu katta. Yemek yemesiz bile yorgunluk atmak için oturup birşeyler içmenizi tavsiye ederim, ortam harika..
Ben teknik kısımlarından, yapılışından vs bahsetmedim.. İsterseniz Eyfel Kulesinin hikayesine buradan ulaşabilirsiniz.. Yukarıdan çekilen manzara resimleri dışında Eyfel'in kendisi de başlı başına bir fotoğraf konusu oluyor bizim için ve eşim harika fotoğraflar çekiyor aşağıdan..

Böylece Paris gezi notları serisi bitmiş oluyor. Başka gezi anılarımı anlatmak için sabırsızlanıyorum, tabii öncesinde gezmek gerek bunun için ;)
Daima sevgiyle kalmanız dileğimle..

Kutsal Oda - Sanctum

"Bunu Yazan Diğer kişi"nin biraz rahatsız olduğunu yazmıştım geçen hafta.. Eksik olmasın, bana da bir el attı, ben de şifalı geçirdim haftasonunu.. Çok ağır geçirdiğimi söyleyemem ama kullandığım ilacın etkisi mi yoksa gerçekten boğazımdaki gıdıklanma nedenli mi, gece uyku uyuyamadım. Bana eşlik eden de akşam gittiğimiz Sanctum’dan sahneler oldu..
Şu anda vizyonda olan filmlerden biri Sanctum.. Maviş “Avatar” ın yönetmeni olan James Cameron’ın yönettiği film, kritik merkezi IMDB’den 5,6 puan almış..
Puan olayı aslında beklentilerinizle karşınıza çıkanın karşılaştırılması diyebiliriz.. Filmle ilgili tek bildiğim su altı-mağara gibi mekanlarda geçtiği idi. Yeterliymiş, gayet keyif alarak seyrettim. Kısaca konuyu yazıp, kritiğe geçebilirimJ
Güney Pasifikte bulunan dünyanın en büyük ve girmesi en zor mağarası Esa-Ala  Mağarasına doğru keşif yolculuğuna çıkan bir yeraltı mağara dalgıç ekibinin hikayesini anlatıyor. Keşif ekibinde teknik personelin yanısıra; dalgıcın oğlu, dalışın finansörü ve finansörün sevgilisi de mevcut. Tropikal fırtına yüzünden mağaranın bilinmeyen derinliklerine inmek zorunda kalan ekip, denize açılan bir çıkış ararken, şiddetli sular, ölümcül zeminler ve yavaş yavaş artan panik ile savaşmak zorunda...


Film gerçek olaylardan esinlenerek hazırlanmış.  Yapımcı ve aynı zamanda mağaracı Andrew Wight'ın düzenlediği bir keşif gezisinde benzer bir durum yaşanmış, fırtına nedeniyle mağara girişinin kapanarak 12 kişinin içeride kalmasına neden olan bu ürkütücü deneyim bir şekilde atlatılmış. Wight’ın hayatında yer alan bu olay da, James Cameron ve yazar John Garvin’in el atmaları ile başarılı bir film olarak arşivde yerini almış.
Gelelim filmin adına.. Sanctum; kutsal yer,oda anlamına geliyor. Ekibin liderinin kendini orada kutsal bir mekanda hissettiği kadar güvende hissetmesi ile bağdaştırabiliriz ismini. Diyaloglardan birinde bunu yakalıyorsunuz.
Baba ve oğulun sevgi-nefretle karışık ilişkileri de filmin duygusal boyutunu oluşturuyor.
Filmle ilgili bir sürü eleştiri duydum, ama sanırım en komiği filme girmek için beklerken, bizden önce çıkan bir beyzadenin “Offf, sıkıldım...Kendimi mağarada hissettim” demesi oldu.. Benzer bir olay da yıllar önce “Vampirle Görüşme” filminde olmuştu. Arkadaşıma filmin nasıl olduğunu sorduğumda “Ayy.. Çok kan vardı” demesi bende geçici gülme bozukluğuna neden olmuştu..
Dağcılık-Mağaracılık-Dalış gibi adrenalin sporlarını içine alan çok fazla film yapılmıyor, özellikle dağcılık ve mağaracılık görsel öğeler açısından da çok zengin, bu nedenle insanların ilgisini arttırabileceğini düşünüyorum.
Bu gibi sporlarla amatör veya profesyonel bir ilgim yok maalesef, bu nedenle teknik yeterlilikleri konusunda yorum yapamayacağım. Ekip ruhunu yokettiği, acımasız bir hayatta kalma savaşına döndürüldüğü konusundaki eleştirileri bir tarafım haklı görmekle beraber, insanoğlunun yeri geldiğinde en acımasız varlık olduğunu da kabul ettiğimden, bana çok negatif gelmedi..  Gereksiz diyebileceğim, gerilim ve iç hoplatma dozunu arttırmak için eklenmiş gibi duran sahneler vardı, onlar belki iyileştirilebilirdi.
Şahsi fikrim, konuyla ilgili uzman bir kişiyseniz, uzman gözlüğünüzü çıkarıp, 3D gözlüğünüzü takmaya çalışmanız.. Beklentileri yükseltmeyin, ama su altında geçen arayış filmlerinden keyif alıyorsanız,bence bir göz atın..

Ek bilgi, Türkiye’de de böyle mağara ve yer altı labirentler mevcut. Bunlardan biri de, Antalya-Finike’deki Suluin Mağarası.  (Halk arasında İncirli veya Gök Mağara diye de geçiyor) Henüz 122 mt ye inilen kısmı keşfedilebilmiş, fakat tam olarak mağara derinliği belirlenememiş bu mağaranın Asya Kıtasının en uzun su altı mağarası olduğu düşünülüyor. 1955 yılında mağarada araştırma yapmak isteyen Amerikalı sualtı ekibinden iki kişinin 122 mt. derinliğe ulaştıkları ancak burada ölmeleri nedeniyle mağaraya giriş-dalış yasağı getirilmiş. Detay: tık, tık

11 Şubat 2011 Cuma

Biri Durdursun Artık Şu Treni!

Evde sinema günleri kapsamında, engin film arşivimizden dün akşam seçtiğimiz film Unstoppable (Durdurulamaz) oldu..
Bütün film tren yolunda geçiyor, birilerinin ihmali sonucu ortalıkta başıboş ve son hızda gezinen bir tren var. Dolayısıyla görev: treni durdurmak.. Bazı sahnelerinde kahkahalarla güldüğüm bir film oldu, gerçi filmin yapımınında emeği geçen hiç kimse bu filme mizah öğesi eklemek istememiş olabilir, ama insanların ihmali, olaylara tepkileri, verilen kararlar "hangisine gülsem?"  diye çığlık atmama ya da"ooff.. yine mi" diyerek kafamı yastığa gömmeme sebep oldu.. Eğer gerçekten olaylar hakkında insanların saçma tepkilerini yermek adına karamizah anlayışıyla yapıldıysa tebrik ederim, insanlar bir yandan, medya bir yandan, müdür-çalışan bir yandan..


 Sonuç olarak, filmi başarılı bulmadım.. Internet camiasının film konusunda patron olan sitesi IMDB nin verdiği 6,9 puanın da biraz Denzel amcamın biraz da yeni yeni gözüme tanıdık gelmeye başlayan Chris Pine'ın hatırına verildiği kanaatindeyim.. Seyredenler, Chris Pine'ı Star Trek den hatırlayacaklardır..
Filmde gördüğüm diğer tanıdık sima "My Name is Earl" den Earl'ün biricik kardeşi Randy.. Film boyunca,seyirci tarafından kendisine kızılma misyonunu ele geçirmiş durumda.. Filmin diğer kızdığım yanı da bu zaten.. Seyirciden başka tek bir kişi de bu kızılası karaktere kızmıyor, anlamadım gitti..
Olsun, akşamım şenlendi.. Filmin sonundaki yazılardan olayın gerçek bir hikayeye dayandığını anlayınca, "yaşasın, sadece Türkiye'de olmuyor böyle şeyler!!" diyerek filmi seyretmiş olmanın hazzını yaşadım..

Not: Bunu Yazan Diğer kişi hasta oldu biraz, buradan da geçmiş olsun diyorum, kuzum sen merak etme ben bakarım blogdaslara.. Sen yat, uyu,dinlen, hatta film izle..

9 Şubat 2011 Çarşamba

Tasarım Ödülleri

Tasarım sektörü için bu sene 7. si düzenlenen Wallpaper Design Awards sahiplerini buldu.. 
Tasarımın çok farklı dallarında ödüllendirmeleri olan Design Awards kategorilerine bakmak gerekirse;
En iyi ev içi eşya tasarımları ( En iyi banyo, yatak, koltuk, saat, masa, masa lambası,kupa,duvar ışığı,çöp kutusu, ... vb), En iyi otel servisi, En iyi show, En iyi giyim (ayakkabı, mücevher..vb), En iyi malzeme kullanımı, En iyi Çalışma Alanı, En iyi şehir.. gibi kategorileri var.

I-Pad ler Yılın hayat kolaylaştıran tasarımı ödülü alırken, En İyi Çalışma Alanı kategorisinde İstanbul'daki Vakko Moda ve Power Medya Merkezi ödülü kapmış. Tebrikler:)

Ödül alan diğer başlıklardan örneklere bakalım;



Al, Oyna, Ver !

Tesadüfen keşfettiğim bir site Al,Oyna,Ver.. Henüz çocuğumuz yok ama fikir çok mantıklı geldi, hoşuma gittiği için de sizinle paylaşmak istedim..
Kayserili genç bir anne ve aynı zamanda başarılı bir girişimci olan Mimar Funda Akçakaya Kılıç, oğlunun oyuncaklarını temin etme sırasında çok yüksek fiyatlara aldığı ve oğluğunun her çocuk gibi sadece birkaç kez oynayıp sıkıldığı eğitici oyuncakları başka çocukların oynamasını sağlayarak değerlendirmek istemesiyle başlayan bir proje Al,Oyna,Ver. Böylece Funda hanım Kasım 2009'da Türkiye'nin ilk ve tek oyuncak kiralama sitesini hayata geçirmiş.
Oyuncak kiralama sitesi için gerekli olan ilk yatırım olan oyuncaklar, Funda Akçakaya Kılıç'ın oğlunun oynadığı oyuncaklar olmuş. Bu oyuncaklarla ilk kiralama işlerini gerçekleştiren site, ardından oyuncak yelpazesini genişletmiş.
Genç anne, ailelerin çocuklarının türlü oyuncaklarla gelen beceri gelişimlerini ve öğrenme fırsatlarını kaçırmamak istediklerinin farkına varmış ve aynı zamanda çocuklar için herşeyi satın almanın gereksiz olduğunu da farketmiş. Al,Oyna,Ver bu ihtiyaçları karşılamak için kurulmuş.
Al,Oyna,Ver ailelere çocuklarının gelişimi için ihtayıcı olan  ve çocukların talep ettikleri oyuncakları satın almaktan çok daha az miktarlarda para ödeyerek kiralama imkanı sunuyor. Böylece çocuğun gelişim dönemine uygun olarak düzenli aralıklarla oyuncak değiştirilmesi sağlanıyor. Sitede kalitesi dünya çapında kabul görmüş markaların oyuncaklarının yer alması ve kiralanan her oyuncağın geri teslim edildikten sonra sıkı bir hijyen aşamasından geçiriliyor olması bence güveni arttıran bir durum. Ayrıca oyuncakların her ay başka çocuklar tarafından oynanacağını düşünürsek, günümüzdeki tüketim çılgınlığının ve oyuncaktan hevesini alan çocuğun evinde oynanmayan oyuncaklar yığının azalmasına da katkısı olacağı kesin..

Sitede ürünler anne, bebek ve çocuk olmak üzere üç kategoriye ayrılmış. Oyuncaklar kiralanabildiği gibi istenildiği halde satın da alınabiliyor. Al,Oyna,Ver sitesini incelemenizi tavsiye ederim.. 

7 Şubat 2011 Pazartesi

İki Güzel Türk Filmi Geliyor..

Altın Küre Ödülleri Sahiplerinin Oldu başlıklı yazımda ödülü alan "The Social Network" filmini henüz izlemediğimden bahsetmiştim. Evde sinema keyfi günlerimizden birine planladık ve izledik büyük keyifle. Filmin başlangıcında adamın çok hızlı konuşmasından dolayı pek birşey anlayamasam da, ilerledikçe film sardı beni. Keyifli bir film olmuş ama şu internet daha doğrusu sosyal paylaşım siteleri yüzünden insanların düştüğü durumları izlemek bir hayli düşündürücü.
Film aynı başarıyı Oscar'da da gösterebilecekmi bakalım. Bol şans diliyorum ve yakında gösterime girecek 2 Türk filminden bahsetmek istiyorum.

Kaybedenler Klübü

Nejat İşler, Yiğit Özşener, Ahu Türkpençe ve Serra Yılmaz'ın başrollerde oynadığı Kaybedenler Klübü radyo programı yapan iki arkadaşın hayatından kesitler sunuyor.
Alternatif kitaplar basan bir yayınevinin sahibi olan Kaan (Nejat İşler) ile Kadıköy'de bar işleten, çok sıkı bir plak ve efemera koleksiyoneri olan Mete (Yiğit Özşener), 90'lı yılların ikinci yarısında, sanki bir yerde oturmuş konuşuyorlarmış ve kimsenin bundan haberi yokmuş gibi bir radyo programı yapmaya başlarlar.. Program hem onların hem dinleyenlerin hayatlarını değiştirecektir.
Oyuncu kadrosu güçlü, konusu da değişik geldi bana.. Mart ayında gösterime girecek olan bu filmi izlemek istediklerim listesine alıyorum hemen ;)

Bahsedeceğim diğer filmi bu ay gösterime giriyor;

Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak

Kendisini yıllar önce, arkasında oğlunu da bırakarak terkeden kocasından sonra, hiç bir erkeği kapısından bile içeri sokmayan Sinyora Enrica, Rimini'de bu huyuyla ün salmıştır. Evindeki boş odaları kız öğrencilere kiralamakta, ek iş olarak da terzilik yapmakta ve bir pazarda çalışmaktadır. Yıllarca bozmadığı bu kuralı, yağmurlu bir gecede, yanlış anlama sonucunda evine gelen bir Türk öğrenci için bozacaktır; Ekin için… Önceleri evinin kapılarını bu yabancıya açmak istemeyen Sinyora Enrica, sadece evini açmakla kalmayıp, yıllarca kilitli tuttuğu kalbini de bu Türk gencine açacaktır..

Sinyora Enrica ile İtalyan Olmak filmi için bir araya gelen üç büyük isim Ferhat Göçer, Orhan Şallıel, Hüsnü Şenlendirici filmin özgün müzikleri için birlite çalışmışlar. Antalya Senfoni Orkestrası'nın şefi olan Orhan Şallıel'in bestelediği film müzikleri, senfoni orkestrası tarafından seslendirilmiş. Başrolde bir dönemin efsanevi yıldızı Claudia Cardinale ve İsmail Hacıoğlu var. Fahriye Evcen de bu filmde oynayanlar arasında, hatta film afişinde küçük boyutta resmi olduğu için protesto amaçlı galaya gitmemişti diye hatırlıyorum.
Film 18 Şubat'ta gösterime giriyor. Konusu fena değil gibi ancak nedense İsmail Hacıoğlu'nun oynadığı filmleri çok beğenmiyorum ben. Karakteri bir türlü oturtamıyorum onun oyunculuğuna.. Ama Sinyora Enrica'yı merak ettiğimden izleyebilirim belki..

İzlediğimde filmler hakkındaki yorumlarımı da eklerim. İyi seyirler şimdiden herkese :)

2011 Gelinlik Modelleri

Düğün sezonu başlıyor.. Evet, yaza daha çok var biliyorum ama hazırlıklar şimdiden başladı etrafımızda. Geçen yıl bu zamanlar kendim için böyle güzel bir telaşın içerisindeyken, bu yıl yakın çevremden sevdiğim bir arkadaşım evleniyor Temmuz'da :) Tabii düğüne daha çok var gibi görünüyor ama hazırlıklar ancak yetişiyor, çünkü öncesinde uzunca bir araştırma dönemi oluyor.. Sevgili arkadaşım beni aradı geçenlerde ve birkaç konuda fikrimi almak istediğini söyledi, tabiki çok mutlu oldum. Böyle işlere bayılıyorum ben, herhalde bizde öyle bir gelenek olsa benden iyi nedime olurdu ;)

Fikir beyan ettiğim konulardan birisi hepimizin masumane rüyası gelinlik.. Ben epey gezmiştim, en az on model denemiştim sanırım farklı moda evlerinde. Pronovias'ın Mito isimli modelinde karar kıldım ancak biraz pahalı geldi bize, çareler tükenmez elbette.. Hevesim de içimde kalmasın, o kadar çok da para vermeyelim dedik ve aynı modeli diktirdik. Hem birebir bana göre dikildiği için daha da çok içime sindi, çok sevdim gelinliğimi :) Arkadaşıma da başlıca tavsiyem bu oldu, "git, dene, gör" üzerinde nasıl duruyor, hangi model daha çok yakışıyor.. Ve ona söz verdim 2011 gelinlik modellerini yayınlayacağım blogumda diye.. İşte benim gözüme çarpan birkaç gelinlik modeli..

Modeli nasıl olursa olsun, gelinlik her kadına çok yakışıyor bence.. Mutluluklar şimdiden evlilik hazırlıkları içerisinde olan herkese :)

3 Şubat 2011 Perşembe

Ressamlar Tepesi : MONTMARTRE

Paris gezi notlarına hız vermem gerek sanırım, Şubat ayında tamamlamak niyetindeyim.. Louvre’daki gezimizden sonra yine sanatla günü tamamlayalım dedik. Muhteşem bir manzaraya sahip olan Montmartre (Ressamlar Tepesi) a cikiyoruz. Paris’in en yüksek tepelerinden olan Montmarte’da turumuza ünlü Sacré-Cœur Bazilikasını (Türkçe: Kutsal Kalp Bazilikası) gezmekle başlıyoruz.
Notre Dame’dan sonra en çok ziyaret edilen yerlerden biri olan Sacré-Cœur Bazilikasının yapımı 1875 yılında başlamış ve 39 yıl sürmüş. Haç şeklinde bir yapıya sahip olan Bazilika Paris’te her yerden görülmesini saglayan beyaz bir renkte. Taşlarının özel olarak üretilen ıslandığında beyazlaşan bir yapiya sahip olduğunu öğreniyoruz. O yüzden yağmur görmeyen kısımları siyaha dönmüştü.
Burası hac yeri olarak kabul edildiginden Hristiyanlar için çok önemli, kilisede hala ayinler düzenlenmekte. Yapımı sırasında maliyeti Fransız halkı tarafından karşılanmış. Dar basamaklardan tepeye çıkmak mümkün ve tabiki biz 100 ün üzerinde olan bu merdivenleri de çıktık. Tepeden görünen Paris manzarası gerçekten görülmeye değer.. Paris'te tarihi yapıların dokusuna zarar verilmeden restore edildiği için bir sürü merdiven tırmanmanız gerekiyor, o yüzden tavsiyem Paris’e çok yaşlanmadan gitmenizdir ;)

Sacré-Cœur ziyaretimizin ardından şirin ve dar sokaklardan geçerek ressamların bulunduğu meydana doğru yol aldık. Hem biraz soluklanalım hem de Paris’ten hatıra olsun diye hemen bir ressamın önüne oturduk ve sevimli bir karikatür çizdirdik. Gerçekten sonrasında keyif alıyorsunuz duvarda bakarken J Bu dar sokaklarda sağlı sollu küçük ama şirin dükkanlar var, hem hediyelik eşyalar hem de güzel Paris resimleri satılıyor, bunlardan da birkaç tane almanızı tavsiye ederim, başka yerde göremiyorsunuz çünkü..

Bu sanat gezisinden sonra karnımızın iyice acıktığını hissediyoruz ve tavsiye üzerine Le Ceni's adlı şirin bir cafe&restaurantta alıyoruz soluğu. Burada Fransızların meşhur soğan çorbasından içip, leziz bir ördek eti yedik. İlk defa ördek eti yememe rağmen ben çok beğendim. Tabii bu defa sipariş verirken garsona etlerin iyi pişmiş olması konusunda uyarılarımızı yapmayı unutmadık ;)

Montmartre'deki gezimizi tamamladıktan sonra dönüş yoluna doğru yöneliyoruz. Buradan aşağı yürüyerek inmek daha keyifli bence. Yolumuzun üzerinde köşede ağaçlar içinde kalmış küçük bir kabare görüyoruz. "Au Lapin Agile" yazan bu şirin kabare zamanında Picasso'nun ve başka ünlü isimlerin takıldığı bir kabare bar. Bir rivayete göre Picasso "harlequin" adlı resmiyle hesap ödemiş burada. Steve Martin'in yazdığı "Picasso at The Lapin Agile" oyunu da yine burada tanışan iki gencin hikayesini komik bir dille anlatıyor. Bu şirin kabarenin bahçesinde oturup biraz o havayı soluduk bizde..
Bu kadar yakınına gelipte Moulin Rouge'u görmeden olmazdı. Yüzyılı aşkın bir süredir varolan bu klübün şovunu izlemeyi istedik aslında ama zaman açısından pek fırsat yoktu ve giriş fiyatlarını da görünce vazgeçtik. Bu güzel kırmızı değirmenin dışarıdan bir fotoğrafını çekmekle yetindik.. Bu şovda görkemli kostümler, sahne ve ışıklandırma eşliğinde bir tür revü gösterisi, Fransızların meşhur kankan dansından örnekler ve benzeri dans şovları sergileniyormuş.
Montmartre gezimizi bu değirmenle sonlandırıyoruz. Sanırım bir tek Eiffel Kulesi kaldı Paris Gezi notlarından.. Çok yakında ona da değineceğim mutlaka ;)

1 Şubat 2011 Salı

Hoşgeldin "Şubat"

Bugün 1 Şubat.. Hoşgeldin en sevdiğim ayJ
Şubat ayı benim için çok özel, tabii bunun geleneksel sevgililer günüyle alakası pek yok ama sevgiyle alakası çoook..
Dışarıdaki buz gibi havaya rağmen içimi ısıtıyor takvimde Şubat’ı görmek. Kisacik, küçücük bir ay Şubat, eskiden halk arasında “cüce ay” derlermis ona. Roma takvimine göre yıl Mart’ta başladığı için Şubat son aymış ve o yüzden böyle kısa kalmış. Detay için tık tık
 
Ve içerisinde Şubat geçen benim için özel bir şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum..

ellerim üşürdü
üşürdüm...
şehrin vitrinlerinden kayardı düşlerim.
seni düşünürdüm...
sense başka mevsimlerde
sağanak halinde yağardın,
başka ülkelere sımsıcak.

ellerim üşürdü...
nikotin kokan ellerim üşürdü.
ve bir sigara daha yakardım..
şehir ıslanırdı duman duman...
çocuklar uyanmış olurdu,
düşlerini kaybetmeden uykularından.
benimse kabuslarım,
kese kağıdı buruşukluğunda asılı kalırdı
gün doğumlarına.

ellerim üşürdü.
ellerim donardı.
donardım...
tenim yokluğuna değince...
ve bıçak ağzı yalnızlık ikiye bölerdi..
bir yarısı sen olurdun,
her şeyin
bir yarısı ben olurdum,
hiç bir şeyin...
ellerim üşürdü...
üşürdüm.
bir bardak çay ve taze bir simit gibi
kokardı rutubetli geçmişim.
küçük bir saçak altı kahvehanesinde
güneşi soldurdum sonra denize karşı
kimsesiz bir adam gibi,
dalgalar hıçkırıklarımı boğardı.
varlığına açken.
muhtaçken bir lahza görmeye seni
ellerim üşürdü...üşürdüm.
ve doyardım yokluğuna.

ellerim üşürdü...
donardım.
martılar göç ederdi.
demirlerdi tüm gemiler limana
boşalırdı deniz..
yürüyüp çıkardı balıklar
tuzlu bir yaşamın soluk aralarından
su olurdum...
toprak olurdum...
kuş olurdum.
ama yaşam olmayı beceremezdim...
sensizliğinde acılı bir ölümü karşılardım...
beceremezdim ölmeyi.

ellerim üşürdü...
üşürdüm.
tanıdık bir adamın sesine karışırdı hüzünlerim....
kapanan bir kapı sesine kilitlenirdim...
duvar duvar karanlık.
büyürdü içimde yollar.
ne köşe başı, ne bir viraj, ne dur durak
adımlarım soluklarını arardı, kayıp yollarda
sonra bir kadın çığlığı
kayardı yıldız yıldız...
ılk önce ilkbahar defnedilirdi
karınca yazında
sonra bir pervane yanardı
gözlerimin sırılsıklam aydınlığında
kanatlarına işlenirdi
yaşanmamış bir yaz kelebekleri
sonbahar geçerdi.
kar yağardı...

ellerim üşürdü...
üşürdüm.
ve şubatta başlardı bir masalın ilk cümlesi.
seni düşünürdüm..

Ali Ulurasba


Affınıza sığınarak ben şiirin son satırlarını biraz değiştirdim ;) Sevgiyle kalın..