28 Ocak 2011 Cuma

Louvre'deyiz !

Paris gezimize kaldığımız yerden devam ediyorum.. Şimdiki durağımız Louvre Müzesi. Dünyanın en büyük ve ünlü müzelerinden biri olan Louvre Müzesi, şehrin merkezinde Seine Nehri'nin sağ yakasıyla şehrin ünlü yerlerinden birisi olan Rivoli Caddesi arasındadır.
Tarihi 1190 yılında kraliyet adına Philip Augustus tarafından Louvre Kalesi'nin kurulmasına kadar dayanır. Bu kale Paris'in batı yakasını gelecek çeşitli saldırılardan korumak amacıyla yapılmış. Kalenin yıkılmasının ardından şimdiki Louvre'a ait ilk bina ise rönesans etkileriyle mimar Pierre Lescot tarafından 1535'de yapılmış.
Fransa’da açılan ilk devlet müzesi olan müze, dünyanın en ünlü ve değerli sanat eserlerine de ev sahipliği yapmaktadır. Leonardo Da Vinci'nin Mona Lisa'sı, The Virgin and Child with St. Anne, Madonna of the Rocks, Jacques Louis David'in Oath of the Horatii adlı eseri, Delacroix'nın Liberty Leading the People adlı eseri ve Alexandros of Antioch'un Venus de Milo'su bunlardan bir kaçıdır.

7 ana bölümden oluşan müzede; Resim, Heykel, Doğu Sanatları, Mısır Sanatları, Yunan Sanatları, Sanat Eserleri, Desen gibi dallarından kısımlar var. Her kısımın başında yetkili ve sorumlu kişiler sizi yönlendiriyor ve bilgi veriyor.

Fransızlar dünya çapında bir çok ülkeden topladıkları sanat eserlerini bu ünlü müzede sergiliyorlar. Böyle bir müzede Osmanlı’ya ait, İznik çinisinden yapılmış eserler görmek heyecan verici bir duygu, ancak neden bizim ülkemizde bu kadar güzel şeyler varken, bunları sergileyebileceğimiz dünya çapında bir müzemiz yok diye düşünmek biraz üzücü..

27 Ocak 2011 Perşembe

Sevimli Sandviçler

Güzel bir kahvaltı, güne zinde ve keyifli başlamayı sağlıyor. Ancak bizim gibi çalışan insanların haftaiçi böyle bir lüksü olmuyor ne yazık ki. Pastaneden alınan simit,poğaça ile başlıyoruz güne.. Bazen de evden getirilen güzel sandviçlerle. İşte yemeğe kıyamayacağımız -başlı başına sanat bence- birbirinden şirin sandviçler.. Aslında yapılışları çok basit gözüküyor, sadece biraz erken kalkıp zaman ayırmalıyız sanırım ;)
Ben çiçek olanlara bayıldım :) Bu güzel fikrin sahibi İngiliz yiyecek sanatçısı Mark Northeast. Çizgi karakterler, sevimli hayvanlar şeklindeki bu sandviçler kahvaltı etmeyi sevmeyen, peynir yemeyen çocuklar için de birebir bence. Sünger Bop'u, Ben10'i, Hello Kitty'yi bayıla bayıla yiyeceklerine eminim ;)
İnsanın iştahını açan bu sandviçlerden sonra, Kahvaltı Köyü ile devam etmek istedim. Umut Sepeti blogunu severek takip ediyorum. Zeliha hanımın geçen haftasonu oğlu için hazırladığı Kahvaltı Köyü hem görsel açıdan çok güzel, hem de çok besleyici, bahsetmeden edemedim;)


Herkese şimdiden afiyet olsun.. Haftasonu yaklaştı, keyifli kahvaltılar :)

25 Ocak 2011 Salı

2011 İlkbahar-Yaz Modası

Bu kış enteresan bir şekilde devam ediyor. Bir bakıyoruz güneşli güzel bir gün, bir bakıyoruz kar soğuğu.. Kıyafet seçimimizde lahana gibi olmak zorunda kalıyor doğal olarak.  
Hava durumuna inat Ocak ayının sonuna doğru geldiğimiz bu günlerde içimizi ısıtsın diye ilkbahar-yaz modasından bahsetmek istiyorum. Bu yıl geçen yılın aksine, yüksek belli ve geniş paçalı pantolanlar çok moda olacakmış, duyurulur ;)
Paris moda haftasında gerçekleşen defilelerde ilkbahar-yaz kreasyonlarında dikkat çeken detaylar da sizler için geliyor.. 
Louis Vuitton 2011 ilkbaharında, püsküllü elbiseler, kadife kumaşlar, mor kırmızı yeşil gibi capcanlı renkleri kombinliyor. Roksanda Ilincic'in ana rengi gri olan koleksiyonunda uçuşan tüller ve satenler oldukça fazla kullanılıyor. Balenciaga'nın ilkbahar modası; dantel ve deri kullanılarak yapılan pantalonlar, yüksek topuklu botlar, parlak ekose kumaşlar, payetler ve püsküllerden oluşuyor.
Chanel ilkbahar-yaz koleksiyonunda uzun etek ve elbiseler mevcut. Pastel renklerle birlikte siyaha ağırlık veren Chanel koleksiyonunda çiçek desenli elbiseler, deri şortlar, yün hırka ve yün elbiseler, tüylü kumaşlar gibi parçalar bulunuyor. Uzun ve rengarenk elbiselere kreasyonunda yer veren diğer bir isim de Fendi. Maviden mora, turuncudan safrana hemen hemen her renkte tasarlanan elbiseler bahar aylarının canlılığını hissetmemizi sağlayacak şekilde.
Birbirinden güzel bu kıyafetlere baktıkça bahar gelsin istedim.. Ayrıca alışveriş yapma isteğim tavan yaptı şuanda ;)  Sizde de aynı etkiyi uyandırdı mı?

24 Ocak 2011 Pazartesi

Mevsimlerin Yaşamımızdaki Etkisi

Doğduğumuz mevsim kişiliğimizi ve sağlığımızı etkiler mi?
İsmimizin anlamının kişiliğimizi etkilediğini daha önce duymuştum ve defalarca bunu doğrulayacak örneklerle karşılaştım, buna kendi adım da dahil ;) Ama burçlar dışında doğduğumuz mevsimin hayatımızda bu denli önemli olduğunu düşünmemiştim.


İngiliz bilim adamları tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre doğduğumuz mevsim bizim kişiliğimizi ortaya koyuyor. Hertfordshire ve Aberdeen üniversiteleri öğretim görevlileri mevsimlerin kişilik ve davranışlar üzerindeki etkilerini incelemiş.

Hamilelerin mevsimlere göre hormon seviyelerinin değiştiğine dikkat çeken bilim adamları çocuğun doğduğu mevsimde annenin hormon seviyelerinin miktarının da bu kişilerin karakterleri üzerinde etkili olacağını savunuyor. Hava sıcaklıklarının, hamilelik süresince daha çok yenen besinlerin de çocugun karakteri üzerinde etkili olduğu araştırma sonucunda ortaya çıkmış.


Hertfordshire Üniversitesi psikoloji profesörlerinden Richard Wiseman ve Aberdeen Üniversitesi profesörlerinden John Eagle tarafından yapılan mevsimlere göre kişilik saptamaları:

İlkbahar : Düşüncesiz, ısrarcı, yenilik peşinde koşar. İntihara eğilimlidirler..
Yaz : Beyinlerini kullanabildikleri işlerde daha başarılılar, satranç gibi sporlara daha yatkınlar. Anoreksiya hastası olma ihtimalleri vardır.
Sonbahar : Çekici, sportmen, özellikle futbola yatkın. Alerji olma ihtimalleri fazladır..
Kış : Düşünceli, anlayışlı, rahat vazgeçebilen, depresyon gibi psikolojik rahatsızlıklara daha açıklar, şizofren riski vardır.


21 Ocak 2011 Cuma

Hamam Sefası

Gündeme bomba gibi oturan Muhteşem Yüzyıl dizisini izleyenlerdenim ben de. Diziyi izledikçe uzun zamandır yapmayı çok istediğim “hamam sefası” fikri aklımı kurcalıyor sürekli. Kızlar kızlar haftasonu bir günümüzü hamam sefası yaparak geçirelim diye aklını çelmeye çalılşıyorum arkadaşların ;) Artık spa kapsamında beş yıldızlı otellerde de hamamlar mevcut, dolayısıyla gitmek o kadar zor değil istedikten sonra.. Konuyu araştırırken aslında bilmediğim ne çok faydası olduğunu öğrendim ve sizlerle de paylaşmak istedim.

Eğlence dışında işte hamam sefasının faydaları;

- Hamamda atılan ter sayesinde vücut toksinlerden arınıyor. Dolayısı ile toksin birikimi ile oluşan birçok rahatsızlık engellenmiş oluyor.
- Verdiği rahatlama ve arınma sayesinde baş ağrısına ve soğuk algınlığına iyi geliyor.
- Kese sayesinde vücut ölü derilerden arınıyor. Yeni hücrelerin oluşumu süreci hızlanıyor. 35 yaşından önce cilt kendini 28 günde bir yeniliyor. Ancak bu yaştan sonra bu süreç yavaşlıyor. Ayda bir kere kese yapıldığında ise bu süreç hızlandırabiliyor.
- Hamam, bedene olduğu kadar ruha da iyi geliyor. Dinlenme ve stres atmanın en eski yöntemlerinden birisi.

Ve tabiki tarihi hamamlarımızdan birkaçı..
 
Sultan II.Beyazıt tarafından 1481 yılında yaptırılmış olan Galatasaray Hamamı, eski gelenekleri sürdüren sayılı hamamlar arasındadır. Hamam, tarihi göbek taşı, etrafa ışık saçan kurşunlu kubbesi, kendinde has el işi oyma kapıları ile gerçekten göz kamaştırıcı..
  
Cağaloğlu Hamamı İstanbul'un en büyük çifte hamamlarından. Yerebatan Sarnıcı yakınındaki bu hamam I.Mahmut döneminde yaptırılmış. Ölmeden Önce Görülmesi Gereken 1000 Yer (Patricia Schultz) kitabındaki listede yer alan bu hamam inşa edilen son büyük hamam olması nedeniyle de önem taşımaktadır. 


Dünyanın en güzel hamamları arasında sayılabilecek olan Çemberlitaş Hamamı, Divan Yolu üzerinde, Mimar Sinan tarafından 1584'te inşa edilmiş. Birbirinin tamamen benzeri, yanyana bitişik olarak planlanmış çifte hamamın yapısında, Sinan sadelikten vazgeçmeden fonksiyon, zerafet ve dinginliği yanstımıştır.


Hepsi birbirinden güzel bu tarihi hamamlar gerçekten görülmeye, gidilmeye değer.. Ben bir gün mutlaka gidicem size de tavsiye ederim ;)

19 Ocak 2011 Çarşamba

Deneme - Odriye


Geçen sene tiyatro kursuna katılmıştım, çalışmalardan biri de "karakter yaratma" ile ilgili idi, daha çok yaratılan karakterin sahnelenmesi tarzında bir çalışma beklenmiş de olsa, yazmayı seven biri olarak kendim için birşeyler karalamıştım. Tamamen deneysel olan bu ürün laptopumun unutulan folder larında sıkışıp kalmasın dedim, sizlerle de paylaşmak istedim..:) Kabul biraz uzun, bölüm bölüm yayınlayacaktım ama  tek avazda çıksın dedim:)

********************************

Neden hep isim söylenerek başlanır bir insanı anlatmaya? Kendisi ile ilgili en ufak bir ipucu içermez oysaki.. ismini kendi seçemez bile insan, birileri uygun görüp verir ve hayatı boyunca onu kullanır. Nedenini düşünmeden yaptığı bir çok şey gibi..  En mantıklısı Kızılderililerin gelenekleriymiş aslında, kişinin ismini hak edecek bir davranışı olması beklenirmiş.Belki o zaman ismi, “zaman donduran” veya “anı avcısı” olurdu..

Odriye.. Nüfus memurunun yazım hatası değil, tamamen bilinçli seçilmiş bir isim.. Annesinin  Audrey Hepburn hayranlığından yola çıkan, “Audrey” nin okunuşunu alan ama erkek ismi ile karıştırılmasından da korkan bir düşüncenin ürünü Odriye.. Yaklaşık 24 yıldır bu isimle çağrılıyor, ama bu ismi pek sevdiği de söylenemez. Okul yılları boyunca nefret etmiş, sürüden bir yönüyle farklı olmanın cezasını çekmiş.. Zaman geçtikçe ise, hem herkeste bu isim olmadığı için ve hem de bir hikayesi olduğu için benimsemiş.

Çocukluk yıllarından bir anı isteseniz, annesiyle seyrettiği siyah-beyaz, eski filmler gelir ilk olarak aklına.. Özellikle Rita Hayworth,  Grace Kelly  ve tabii ki Audrey Hepburn.. Annesi, babasıyla tanışıp evlenmese, bir Audrey Hepburn olacağını söyler hep.. Gençlik aklı deyip, biraz kırgın, çokça kendine kızgın geçiştirir kendi açtığı konuyu.. Aslında, fiziksel olarak benzerlikleri de vardır, duruşu, minyon yapısı andırır. Odriye, annesinden kömür siyahı, sırtına doğru inen saçlarını ve koyu kahve gözlerini almış.. Her zaman çocuksu kalacağına inanacağınız kadar parlak, hep aklında bir macera varmış gibi heyecanlı bakar. Uzun bir de boynu olsa ve zerafetle taşıyabilseydi vücudunun üzerinde kafasını, belki daha fazla güvenecekti kendine.. Güzel ya da çirkin olarak tanımlayamayız Odriyeyi.. Kendi içinde tezatlıklarla dolu.. Yüzünün sert, köşeli ve kemikli yapısı ile küçük dudaklarındaki yumuşak gülümseme, gözlerindeki afacan çocuk ile her hareketin önceden düşünülmesi.. hatta ayak numarası ile boyu bile uyumsuzluk gösterir, 39 numara ayakkabılarını görünce en az 1,75 olarak tahmin edebileceğiniz boyu 1,55 de takılır kalır. Duruşu tüm bu tezatlıklarıyla gurur duruyormuşcasına mağrurdur, dimdik yürür, sanki etrafında olanlara yüksek bir tepeden bakıyormuş gibi bir ifade olur yüzünde.. Belki , çocukluk yıllarından kalma bir savunma mekanizması, etrafındakileri umursamamaya çalışan bir ifade gelişmiştir. Belki de; zor beğenen annesinin, biraz olsun beğenisini kazanabilmek için kafasının üzerine kitap koyarak yaptığı dik yürüme antremanlarının bir sonucudur.
Kendine güvenen ifadesi, annesinden özenerek almış olduğu bir duruştur, ama içini henüz dolduramamış tam olarak.. Annesi onun gözünde herseye ve herkese rağmen dimdik duran, yaşamayı sonuna kadar seven, her dakikasından keyif alan biridir. Her zaman bakımlı ve her zaman bir davete katılacakmış gibi hissettiren kıyafetleri ile göz alıcıdır onun için..Kızına da her zaman bakmlı olmasını tembihlemiştir, ama o kendine yakıştıramaz bir türlü. Fark edilmekten çok, kalabalıkta kaybolmak ister Odriye. Kot üzerine t-shirt tarzı giyimle sanki daha az fark edilecekmiş gibi gelir, daha rahat hisseder kendini.Ne kadar isterdi biraz olsun annesi gibi konuşabilmeyi, gülebilmeyi, biraz olsun onun gibi olmayı..O konuşmaya başladığında sanki etrafta herkes onu dinlemeye başlar, yanlış bile olsa söyledikleri herkes onunla hemfikir olur.
Yaşanan onca olaydan sonra, annesi sapasağlam ayaktadır. Kendi işini kurmuştur, kızıyla birlikte farklı bir siteye taşınmıştır. En sevdiği işi, kurabiye ve pasta yapımı ile ilgili küçük bir pastane açmıştır. Nişan, düğün gibi organizasyonlara da pasta hazırlar, işinin en sevdiği tarafı da bizzat kendisi teslim eder. Bazı teslimatlara Odriye de katılır. Üniversitede işletme okuduktan sonra, o da kendi sevdiği işi yapması gerektiğini anlamış, fotoğrafçı olarak çalışmak üzere bazı dergilere başvurmuştu. Okuduğu branşta çalışmak için birkaç iş değiştirdi, ama yapamadı. Annesinin bağlantılarıyla düğün-nişan fotoğrafları çekmeye başladı. Bazen de yemek dergilerine, yiyecek fotoğrafları çekiyor. Ama ona en çok keyif veren, birinin anısını bulduğu zamanlar olur. Özel gün fotoğraflarında da klasik fotoğrafların yanında, gün sahiplerinin hiç beklemediği, gözden kaçan detayların olduğu fotoğraflar çeker. Çok fazla konuşmaz, ama konuşmalara katılabilmek için neşeli grupların etrafında durur. Annesinin en sevdiği yanı, gittiği organizasyonlara katıldığında,girdiği ortama neşe saçması olur. Annesini seyreder hayranlıkla..
Ya onun başına gelseydi? Onun başına gelseydi, hayati karşısısna alıp o kadar sağlam durabileceğini zannetmez Odriye..
Kapıdan çıkışını bile görebiliyordu gözlerini kapatınca.. Evleri gözünün önüne geliyordu.
3 odalı bir apartman dairesi idi, 2.katta oturuyorlardı.Evleri ışık alırdı, tüllerin arkasına geçip hayalet gibi dolaşmaktan keyif alırdı Odriye. Koltukları eski tip salon mobilyaları idi, kenarları ahşap oyma, koltuk ve minderler desenli kumaş kaplı, kahve tonlarındaydı. İşlemeli kırlentleri annesinin yaptığını hatırlıyordu. Koltuklarda çok rahat etmezdi, ama minderlerini koltuktan alıp yere oturmayı çok severdi.  Henüz okula başlamamıştı, 4-5 yaşlarındaydı, annesinin içeride ağladığını duyuyordu, o ise sanki bulunduğu yere çakılmış etrafına bakıyordu. Babası yanından geçip gittiğinde, son kez olduğunu bilmesine rağmen saçını bile okşamamıştı, bir kez bile bakmamıştı yüzüne, o ise anlamıştı bir şeylerin yanlış olduğunu.. arka odada ağlayan annesi, etraftan gelen kafa karıştırıcı bir uğultu, babasının ayak sesleri sanki hepsi toplanıp tek bir şeyi işaret ediyorlardı. Bugün bile, gözlerini kapattığında babasını üzerinde siyah pardesüsü, başında kasketi ve elinde küçük bir valiz ile evlerinin beyaza boyalı ahşap kapısını açıp çıkarken görebiliyordu. Ama gözlerini her kapatışında farklı bir yüz görüyordu Odriye.. babası evi terk ettikten sonra, annesi bütün fotoğraflarını tek tek yırttığı için elinde tam bir fotoğraf yoktu. Bir daha hiç gözyaşı dökmedi annesi, en azından Odriye görmedi. Neden terkedildiğini hiç bilmedi, annesine de neden babasının gittiğini soramadı. O günden sonra, hep annesini korumak istedi, ama annesinin buna ihtiyacı olmadığını hissettikçe ve babasını özledikçe annesine sarıldı. Gittiği gün annesinin yırttığı fotoğraf parçalarını gizlice toplamış, yüzü yeniden oluşturmaya çalışmıştı, ama hiçbir fotoğrafta çok net değildi. Özledikçe, yırtık fotoğrafı oluşturmaya çalıştı.

İlk fotoğraf makinasını aldığında, lisedeydi. Fotoğraf kursu ilanını gördükten sonra, hem kursa katılmış, hem de o zaman için idare eder sayılan bir makina almıştı. İnsan fotoğrafları çekmeyi seviyordu, manzara fotoğrafını da kurs sırasında denemiş, ama anlamsız gelmişti, fotoğraflar tab edildikten sonra farkettiği çok fazla detay yoktu.. İnsan fotoğrafları farklıydı.. Yüzlerini inceliyor, neye nasıl sevindiklerini veya üzüldüklerini anlamaya çalışıyor, gördüklerini kendi anısıymış gibi kabul ediyordu. Zaman geçtikten sonra bile, insanların yüzleri, hareketleri ona aynı duyguları veriyordu. Fotoğraf çekmenin keyfi dışında, bunu bir görev gibi de algılıyordu. Yıllar önce parçalarını birleştirmeye çalıştığı fotoğraf, belki bir gün karşısına çıkacaktı.Bu nedenle özellikle yüzleri çekiyordu. Yüzlerde bir benzerlik bulmaya çalışıyordu, hatta bazen elindeki yırtık fotoğrafla yanyana getirmek zorunda kaldığı bile olmuştu.

Babasının terk edişinin nedenini tam olarak bilemese de, konu komşunun sunduğu farklı alternatifler vardı. Bunlardan birini seçebilirdi, ama o daha çok kendi üzerine almıştı. Terk edilmiş olmanın burukluğunu 20 senedir duyuyordu. Daha fazla terk edilmemek için, çok fazla bağ da kurmamaya çalışıyordu. Günü geçirecek kadar… Kurduğu beraberlikler de karşı tarafın terk etme olasılığına karşın, çok kısa sürede bitiyordu. İlişkilerin başlangıcında, normal biri olmak istediğini kendine tekrarlıyor, terk edilme gibi bir fikrin kendisine saplanmasına engel olmaya çalışıyordu. Ama zaman geçtikçe, kendi kendine huzursuzluk duymaya başlıyordu. Ya çalan telefon, “artık hayatında değilim” in söylendiği telefon ise?

Karaköy'e Tarihi İspanyol Çıkarması

Bu hafta Karaköy limanının iki değerli konuğu var. Biri 17.yy, diğeri de 20.yy'ı temsil eden iki büyük İspanyol yelkenli gemisi 22-25 Ocak tarihleri arasında Karaköy iskelesinde ziyarete açılacak.
Bu gemilerden ilki İspanyol Donanmasının eğitim gemisi olan "Juan Sebastián Elcano". 1927 yılında yapılmış olan bu modern yelkenli, her yeni subay devresi için 6 ay süren uygulamalı gemicilik eğitimi alanında kullanıla bir gemi.

Aynı zamanda “yüzen bir büyükelçilik” özelliğinde olan dört direkli bu gemi, İspanya ve Almanya kralı I.Carlos (V.Charles) döneminde (1519-1522) denizyolu ile dünya çevresinde yapılan ilk yolculuğa katılan İspanyol gemici Juan Sebastián Elcano anısına bu adı taşıyor.

Karaköy iskelesini ziyaret edecek olan diğer gemi 17.yy Endülüs kalyonlarının bir kopyası olan "El Galeon Andalucia". Bu gemi, 17. yy’da Atlas Okyanusu’nda İspanya ile Amerika arasında, Pasifik Okyanusu’nda ise Amerika’nın batı kıyıları ile Filipinler arasında yapılan ticari taşımacılıkta kullanılan yük gemilerinin bir kopyası olarak aslına sadık kalınıp Endülüs Yerel Hükümeti tarafından, turistik ve kültürel tanıtım amacıyla inşa ettirilmiş. “El Galeon Andalucia”nın inşa edilmesinin bir diğer amacı da, eski çağlardaki gemiciliğin araştırılmasına ışık tutmak.

Bu gemiler 3 gün boyunca ziyaret edilebilecek. El Galeon Andalucia ziyaret saatleri hakkında henüz net bir bilgi yok ama Juan Sebastián Elcano eğitim gemisi 23-24-25 Ocak'ta 10:30-12:30 ve 15:00-17:00 saatleri arasında ziyaret açık. İlgilenenlere duyurulur..

18 Ocak 2011 Salı

Kahve İsteyen?

Ahh şimdi şöyle güzel bir kahve olsa da içsem.. kahvenin tadından çok kokusunu sevenlerdenim aslında, hele soğuk havalarda fincanı ellerimin arasında tutmak bile keyiflendiriyor beni.. Bir de şu "selülit yapıyor" haberleri çıkmasaydı daha mutlu olacaktım:)
Neyse.. gelsin kahveler.. Kahve de tasarım ve yaratıcılıktan nasibini almış artık. "Latte Art" ismiyle, kahve sunumunun görselliği de artık gündemimizde.. Latte Art konusunda şampiyonalar da yapılıyor. Bu işi yapan kişilere(sanatçılara demek yanlış olmaz sanırım) Barista deniyor, bilginiz olsun:)

detay linkler: tık tık ; tıktık ;tıkı tıkı

Buyrun kahveniz..


Altın Küre Ödülleri Sahiplerinin Oldu

Ödül törenine çok az bir vakit kaldığı sıralarda jüri üyelerinin rüşvet aldığı iddiası ile gündeme gelen Golden Globes Ödül Töreni, dün gece Beverly Hills'de görkemli bir şekilde düzenlendi. Oscar'dan sonra en prestijli ödüllerden biri olan Altın Küre'de Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg'in yaşam hikayesinin anlatıldığı "The Social Network" en iyi film ödülünü alırken filmin yönetmeni David Fincher en iyi yönetmen ödülünü aldı. Film aynı zamanda en iyi senaryo ve en iyi beste ödüllerini alarak dört dörtlük bir çıkış yaptı.

Malesef ben bu filmi izleyememistim, sanırım evde sinema keyfi günlerimizden birine ayarlamalıyım ;) Bunun dışında ödül alan "en iyi"lerin listesi şöyle;

EN İYİ...
Film (Drama): The Social Network
Erkek Oyuncu (Drama): Colin Firth (The King’s Speech)
Kadın Oyuncu (Drama): Natalie Portman (Black Swan)
Film (Komedi-Müzikal): The Kids Are All Right
Kadın Oyuncu (Komedi-Müzikal): Annette Bening (The Kids Are All Right)
Erkek oyuncu (Komedi-Müzikal): Paul Giamatti (Barney’s Version)
Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale (The Fighter)
Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo (The Fighter)
Yönetmen: David Fincher (The Social Network)
Senaryo: Aaron Sorkin (The Social Network)
Yabancı film: In A Better World (Danimarka)
Animasyon: Toy Story 3
Müzik: Trent Reznor, Atticus Ross (The Social Network)
Şarkı: ”You Haven’T Seen The Last Of Me” — Burlesque
TV Dizi (Drama): Boardwalk Empire
Erkek Oyuncu – Dizi (Drama): Steve Buscemi (Boardwalk Empire)
Kadın Oyuncu – Dizi (Drama): Katey Sagal (Sons Of Anarchy)
Dizi (Komedi-Müzikal): Glee
Erkek Oyuncu (Komedi-Müzikal): Jim Parsons (The Big Bang Theory)
Kadın Oyuncu (Komedi-Müzikal): Laura Linney (The Big C)
Mini Dizi: Carlos
Erkek Oyuncu (Mini Dizi): Al Pacino (You Don’T Know Jack)
Kadın Oyuncu (Mini Dizi): Claire Danes (Temple Grandin)
Yardımcı Erkek Oyuncu (Drama, Müzikal-Komedi ya da Mini Dizi): Chris Colfer (Glee)
Yardımcı Kadın Oyuncu (Drama, Müzikal-Komedi ya da Mini Dizi): Jane Lynch (Glee)

Gecenin en gözde kısımlarından biri tabiki kırmızı halı.. Moda blogları kırmızı halının en şıkları üzerine genişçe yazmışlardır eminim. Ben sadece en beğendiğim resmi eklemek istiyorum izninizle..  Oyunculuğunu, güzelliğini, hanımefendiliği ile tarzını çok beğendiğim Catherine Zeta Jones'u, Monique Lhuillier imzalı elbisesi ile göz kamaştırıcı buldum gerçekten.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Masal Şehri : DİSNEYLAND

Paris gezi notlarımıza devam ediyorum.. Hazır karne zamanı da yaklaşmışken Disneyland'dan bahsetsem iyi olacak ;) Kaçıncı günde gitmiştik tam emin değilim, sanırım sırayı karıştırdım aradan zaman geçince, ama önemli olan hepsini aktarabilmek sonuçta..
Tatilimizin 1 gününü tamamen Disneyland’a ayırdık biz. İçindeki çocuğu yaşatan herkesin mutlaka gitmesi gerek diye düşünüyorum. Hiç bir kaygı, endişe olmadan “çocuklar gibi şen” eğlenmek çok keyifli.. Paris'e yaklaşık 45 km uzaklıkta olan bu masal şehrine trenle ulaşım çok kolay. Yaklaşık yarım saat süren bir yolculuktan sonra varıyoruz Disneyland'a.. Sivri kuleleri, kıvrımlı merdivenleri, süslü balkonları ile Uyuyan Güzelin pembe şatosu karşılıyor bizi. Benim en favorilerimden biri oldu kendisi :)


Şatonun pencere vitraylarında uyuyan güzelin hikayesi sahnelenmiş, güneşin etkisi ile bu resimler canlı birer masal haline geliyor. Bu güzel masaldan sonra Disneyland turumuza devam ediyoruz. Çizgi filmlerde, masal kitaplarında gördüğümüz, okuduğumuz evler, kahramanlar, kötü adamlar daha ne varsa hepsi orada..

Tabi alışveriş yapmayı da ihmal etmiyorum.. Birbirinden güzel oyuncakların arasında olupta nasıl almadan durulabilir ki zaten ;) Daha önceki yazılarımdan Parfümle Dans yazımda masamda gördüğünüz mickey mouse kulaklı taç bana ordan bir hatıra, bütün bir gün kafamda onunla gezmek ayrı bir keyif doğrusu :)

Masalların bu güzel dünyasında, adrenalinde sıra.. Aslında ben çok korkarım hızlı trenlerden, karanlık tünellerden ama ne olduğunu bile anlayamadan kendimi bu tarz makinelerden biri olan Rock'n Roller Coaster'da buluverdim eşimin büyük çabasıyla ;) Gözümü bir an bile açmadan sürekli çığlık attığımı hatırlıyorum sadece, yinede keyifliydi diyebilirim sanırım.. Bunun dışında, izlemekle yetindiğimiz Big Thunder Mountain ve gezdiğimiz Pirates of the Caribbean, aslında pek de korkunç olmayan Phantom Manor Korku Evi de adrenalin seviyesini yükselten alanlardan.

Disneyland'da geçen günümüze epey geniş bir yer ayırdım sanırım. Yazıma karne zamanın yaklaştığı ile başlamıştım; güzel bir karne getiren çocuğa sizce de harika bir sömestr hediyesi olmaz mı Disneyland Gezisi? Üstelik anne-babalar için de kesinlikle eğlenceli bir yer burası..
Umarım bizim de çocuğumuz olduğunda onu da götürme şansımız olur ve ben yeniden görmüş olurum böylelikle ;)

14 Ocak 2011 Cuma

Alıklar Birliği - A Confederacy of Dunces

"Dünyada gerçek bir dahi varsa, bunu anlamak kolaydır, çünkü bütün alıklar ona karşı bir birlik oluştururlar."  Jonathan Swift
(When a true genius appears in the world, you may know him by this sign: that all the dunces are in confederacy against him.)


Kitabın arka kapağında yazılanlar:

Alıklar Birliği'nin kahramanı obur, aksi, tembel, bencil, her şeye karşı, her şeyden hoşnutsuz, toplum düşmanı Ignatius. Annesi mutlaka bir iş bulup çalışması gerektiğini söylüyor, kız arkadaşı cinsel güdülerini serbest bırakırsa bütün sorunlarının çözüleceğini düşünüyor. Ama tamamen eşcinsellerden kurulan ordularla dünyanın barış dolu bir yer olacağını iddia edip bunu gerçekleştirmek üzere eşcinselleri örgütlemeye kalkışmak gibi tuhaf girişimlerin adamı olan Ignatius, onlara ve modern zamanlara inat, geğirerek, yellenerek ve homurdanarak, bıkmadan usanmadan çağının her türlü aşırılığına sövüyor...
John Kennedy Toole'un 1969'daki -henüz 32 yaşında, hiçbir kitabı basılmamış bir yazarken- intiharından ancak on bir yıl sonra yayımlanan ve pek çok dile de çevrilen yapıtı Alıklar Birliği, 1981'de Amerika'daki en saygın edebiyat ödüllerinden Pulitzer Roman Ödülü'nü kazandı; böylece ödül ilk kez hayatta olmayan bir yazara verilmiş oldu.


Ah Fortuna!! Alıklar Birliği, John Kennedy Toole'un ilk ve tek (bilinen) romanı. Bu romanın kahramanı Ignatius, herkesin klişeleştirdiği "kahraman" olgusunu değiştiriyor.

Ignatius J. Reilly bir deha mi? Yoksa, toplumun içinde kendine yer edinemeyen, antisosyal bir varlık mı?

Arka kapak negatif gösteriyor sanki, o nedenle ben arka kapak özetinin hissettirdikleri ile kitabı okuduktan sonraki hislerin farklı olduğunu düşünüyorum. Kitapta Ignatius’a karşı hissedebileceğim herşeyi hissettim, sevdim, nefret ettim, güldüm, kızdım, üzüldüm, acıdım, utandım.. kitabı okurken sıkılmıyorsunuz, tüm duygularınız birbirine giriyor.
Ignatius, entellektüel ve eğitimli.. Toplumla bağdaşamamasının en önemli nedenlerinden biri de, kendisinden başka herkesin aptal olduğunu düşünmesi belki de..Bir Pazar sineması havasında okuyabiliyorsunuz. Diyaloglar ve mektuplar yoğun, betimleme-tasvirler ise sıkmadan okunabilecek miktarda, ama o kadar başarılı ki, sahne sahne yaşayabiliyorsunuz okuduklarınızı..
Kitapta sadece Ignatius yok, adından da anlaşılacağı gibi...Annesi, kız arkadaşı, annesinin arkadaşı, annesinin arkadaşının yeğeni-ki aynı zamanda kendisi koskoca bir polis memurudur-, annesinin arkadaşının annesine ayarlamaya çalıştığı yaşını başını almış beyefendi,patronu/patronları,patronunun karısı, iş arkadaşları bar sahibi, olaya karıştı sanılan zenci.. vs
Kitapta küçük bir olay örgüsünde bahsi geçen herkes bir süre sonra size tanıdık biri haline geliyor. Olaylar New Orleans'ta geçiyor. New Orleans bu kahraman olamayan kahramanı bağrına basmış. Zaman geçirdiği belirtilen yere Ignatius'un bir heykelini dikmiş.

Çevirmen: Püren Özgören. Çevirinin de çok başarılı olduğunu düşünüyorum. Bu kızgın karakter ve etrafındaki tüm insanlar, kişilikleri ile birlikte Türkçe'ye çevrilebilmişler.. Orjinalini okumadım, ama birşeyler eksik de hissetmedim.

Son sözler; Filme çevrilmeli bence, görsel bir anlatımı olduğunu düşünüyorum. Hatta filme çevrilse kim-kimler oynayabilir diye bile düşündüm..Favorim : Jack Black; hatta kendisi ilk aklıma gelendir..
Eskiden olsa, Gérard Depardieu derdim, ama sanırım biraz geç kaldık:) bu kisileri inanılmaz severim bu arada.. Türkiye'den de Ata Demirer adaydır bence.. Bazı kişiler, kitaptaki karakterle Recep İvedik karakteri arasında benzerlik kuruyorlar. Kişisel beğenilerim nedeniyle, bu ilişkiyi kurmak istemiyorum.
Kitapta yaratılan karakter iri kıyım ve renkli bir karakter olarak aktarıldığından bu aktörler aklıma geldi. Sizin de varsa, siz de yoruma ekleyin??

13 Ocak 2011 Perşembe

Ayaklara Şenlik Var!

Cici kış elbiselerinin ardından tabiki konumuz "ayakkabılar".. Bir elbiseyi güzel gösteren, aynı zamanda onu tamamlayan ayakkabılardır. Birbirinden şirin babetler, yüksek topuklu ayakkabılar, hatta gün geçtikçe boyları yukarıya doğru uzayan çizme ve botlar.. Bir kadının vazgeçilmezlerindendir sanırım ayakkabı tutkusu..

Bazen üzerinde yürümek insanı zorlasa da çoğu kadının dolabında en azından birkaç çift topuklu ayakkabısı vardır diye düşünüyorum. Peki nerden gelmiş bu yüksek topuk merakı?

Milattan önce 200 yılında topuklar ilk defa modaya adım atmış Roma'da.. Ahşap ve mantardan yapılan platform tabanlı topuklu ayakkabılara "kothorni" adı verilmiş ve o zamanın aktörleri tarafından kullanılmaya başlanmış ilk olarak.. 1600'lerde yüksek topukların at sürerken avantaj sağladığı keşfedilmiş ve bazı erkek ayakkabılarında da uygulanmaya başlanmış. 1533 yılında topuklu ayakkabının; ilk defa bir kadının kendi düğününde boyunu daha uzun göstermek için giymesi ile topuklu ayakkabılar bugünkü yerini almış hayatımızda..
İşte birbirinden şık, birbirinden yüksek cici ayakkabılar..

Ve tasarımlarını çok beğendiğim bir marka olan NR.39'dan sectigim modeller.. Renkleri tasarımları harika, daha fazla model görmek isteyenler tıklasın lütfen..


12 Ocak 2011 Çarşamba

Kış'ın Elbise Modası

Geçen akşam çok sevdiğim bir arkadaşım arayıp, “haftasonu düğün var, acaba ne giysem” diye sorunca kendimce çok keyiflendim J hemen telefonda bu senenin moda renkleri, kombinasyon yapabileceği aksesuarlar hakkında kısa bir bilgilendirme yaptım.. Tabi onun genel görünüşünü bildiğim için neyin nasıl duracağı hatta biraz ileri giderek saçlarını nasıl yaptırması gerektiği konusunda da fikir beyan ettimm. Birilerine yardımcı olmak hoş ama daha da güzel olanı büyük keyif aldığım alışveriş/giyim konusunda fikri mühim olmak..

Elbiseler artık sadece güzel, sıcak havalarda giyilmiyor, kışın da şık elbiseler giymek mümkün.
İşte bu senenin kış elbise modelleri..  


Özel davetler, şık yemekler, düğün organizasyonu gibi yerler için de birbirinden modern elbiseler mağazalarda bizi bekliyor..


11 Ocak 2011 Salı

Ne Kadar Acil?

İş yerinde bu hafta biraz yoğun geçiyor. Malesef eve bile iş getirir oldum, ki bu hiç tasvip etmediğim bir davranıştır :( Yarın sabah teslim edeceğim ve müdür masasının bir köşesinde akşam olmasını bekleyecek olan raporumu henüz bitirdim.. 

Gerçekten de öyle değil midir ama? Bir telaş içinde gelip hızlıca bir şeyler hazırlamanızı isterler "bu çok acil" diyerek, olanca gücünüzle yapmaya başlarsınız, saatler geçer soran olmaz bir daha.. ya da çok acil diye hazırladığınız dosyayı apar topar mail atarsınız/ masasına bırakırsınız, herhangi bir yorum gelmez, anlayın ki daha yüzüne bakılmamış, mail okunmamıştır bile.. İşte o zaman nedir bunun acil tarafı diye sorgulamaya başlıyor insan.. Kime göre, neye göre bu acil?
Zaman içerisinde de, bu "acil" kavramına karşı şöyle bir ön yargı oluşuyor insanda "aman nasıl olsa hemen lazım değildir". Bu da tehlikeli bir yaklaşım aslında, bazen ciddi anlamda "acil" olan durumlar es geçilebilir mesela.. Bu yüzden ben insanları koşturmak yerine onlara gerçekte ne zaman istediğimin sinyallerini veren cümleler kurmayı tercih ediyorum. Mesela "bugün içerisinde, öğleye kadar ya da hemen lazım" gibi.. Sevgili yöneticiler, yönetici adayları ya da kendine bir pay çıkarmak isteyen herkese sesleniyorum; [tabii blogumu okuyanlar duyabilir sesimi ;)] çalışanlarınıza/karşınızdakine karşı dürüst olun/güvenin, göreceksiniz o kadar da tembel değiller :-P

Dilbert'ın bu konuya çok yaratıcı bir çözümü var gerçekten, sizinle de paylaşmak istedim:)
Herkese iyi çalışmalar şimdiden..

10 Ocak 2011 Pazartesi

Tatiliniz; Hayal Kırıklığı(nız) Olmasın!

Bir hafta daha başladı.. Pazartesi sendromu, çalışma isteksizliği ve tatil ihtiyacı hepsi bir arada bugün. Ruh halim böyle olunca elim ister istemez, tatil turları sitelerine, 5 yıldızlı otellerden butik otellere doğru kayıyor..
2011 yaz sezonu erken rezervasyon başlığı altında bir sürü indirim var, birbirinden güzel otellerde (!) Buradaki ünlem işaretine özellikle dikkat çekmek istiyorum.. İnternet sitelerinde harika resimler, manzaralar, yiyecekler gördüğümüz oteller, aslında gerçekler mi? Kaçımız büyük beklentilerle rezervasyon yaptırdığımız bu güzel otellere vardığımızda hayal kırıklığına uğramışızdır acaba ? Aşağıdaki resimleri inceleyince bu sayının çok az olduğunu düşünmüyorum doğrusu..



Bir turizm firması üşenmemiş ve bizim için bu resimlerdeki tatil yerlerinin, otellerin gerçek durumlarını fotoğraflamış.. Gerçek aslında ne kadar da farklı değil mi?


Tüm bunlardan sonra internetteki ya da herhangi bir broşürdeki resimlerine bakarak bir yere gitmeye karar verebileceğimi sanmıyorum. En iyisi giden birilerinin yorumlarına güvenmek sanırım..


Tabi yüksek beklentiler içerisinde olmadan tatile gitmek de keyifli bir seçenek olabilir ;)

7 Ocak 2011 Cuma

Muhteşem Yüzyıl - Diziler ve Eleştiriler

Şu insanları anlamak imkansız..

Kaç gündür gazetelerde "Muhteşem Yüzyıl" adlı dizi ile ilgili eleştiriler bitmiyor, "Muhteşem Tartışma,Hükümet Engeli".. vs başlıklı yazılar çıkıyor. Çıktıkça endişem artıyor.. Bu haberler reklam mı, yoksa gerçekten insanlar bu şekilde mi anlıyor bilemiyorum.. Eleştiriler; "Osmanlı Hanedanı’nı yanlış tanıtması, Kanuni’yi şehvet ve alkol düşkünü olarak göstermesi,Osmanlı Devleti’ni karalaması.." şeklinde gidiyor. Ben de diziyi seyrettim, hiç öyle bir izlenime kapılmadım. Diziyi eleştirenler sadece fragmanlarına göre mi eleştiriyor, ya da seyretmiyor mu acaba? Dizide, Kanuni Sultan Süleyman göreve geldiği daha ilk gün yaptığı toplantıda, haraç alan, halka eziyet eden Cafer Ağa'nın cezalandırılmasını istemedi mi? Osmanlı Devletini adil göstermeye çalışan bir giriş değil miydi zaten bu?

Osmanlı'nın karalanması ve gençlerin yanlış tanımasından endişe ederken en kötüsü hiç tanımaması değil mi? Ders kitaplarında işlenilen bilgiler ile tarih sevdirilmeye çalışılmıyor, insan bu şekilde öğrenmiyor tarihi.. Ancak  ilgisi varsa öğreniyor. Konu ile ilgili film..vs her çekildiğinde de eleştiri alıyor, yasaklanıyor. İnsanların izleyerek, yorumlayarak, merak ederek gerçeklere ulaşabileceği düşünülmüyor. Üstelik,ders kitabı olarak okutulan tarih kitapları ne kadar gerçek yazar? Yazılan en tarafsız eserler, yabancı yazarların kaleme aldığı eserler oluyor. Biz kendi kendimize dürüst davranamıyoruz, kendimizi kandırıyoruz. (Bknz. Osmanlı Tarihi - Alphonse de Lamartine.. vb)

Harem olayına gelirsek, hepimizin bildiği bir doğru değil mi, harem in varlığı? Hareme getirilen genç ve güzel kızlar eğitim alırlar, Hükümdarın karşısına çıkarılırlar.
O kadar eleştiririyoruz ama günümüzde bile harem olgusu devam etmiyor mu? Ben seyretmedim, ama bir arkadaşımın seyrettiği bir röportaja göre,ismini söylememe gerek olmayan ünlü bir şahsiyet, neden 8 kişilik yaptırdığı jakuzisine yönelik açıklamasında "Kuzey Ülkesi insanları"nı sevdiğinden bahsetmiş mesela.. Bu kişinin açıklamalarına kızmayalım, çapkın çapkın gülümseyelim ama dizide görünce "Osmanlıya Hakaret" diye adlandıralım; pek adil değil..   Senaryo yazarı Meral Okay'ın söylediklerine hak verdim şahsen: "Biz okullarda gösterilecek bir belgesel çekmiyoruz. Padişahın çocukları da polen yoluyla dünyaya gelmediğine, onun bir cinsel hayatı haremi, ve ailesi olduğuna göre biz de televizyon kuralları içerisinde kurmaca bir dizi çekerken tarihi gerçekler ve karakterlerden ilham alıyoruz." .....

Özet geçmem gerekirse, dizi güzeldir-değildir, seyrederim-seyretmem, hiç bu konuyla ilgim yok.Tartışmaların reklam amaçlı olduğunu düşünüyordum hatta, ama artık emin değilim.. Tarihe geçmiş bu insanlar, bir film veya dizi ile büyür ya da küçülebilir mi ? Bu kadar tutucu, dar görüşlü ve hoşgörüsüz müyüz gerçekten?

Not: Öyle Bir Geçer Zaman Ki, adlı dizi de önce dönem dizisi olarak lanse edildi, daha sonra eleştirilerden dolayı sanırım pembe dizi modunda, düşünmeden ağlatmaya endeksleyen bir yapım haline geldi. Yapımları, ancak bu şekilde olunca izleyebiliyoruz. (Kimseye dokunmasın, düşünmeyelim, geçmiş geçmiştir, önümüze bakalım..)

"Kadına Şiddet"e HAYIR!

Başarılı bir fotoğrafçı olan Ümit Karalar 'ın son projesi gündeme oturdu. "Kadına Şiddet"e karşı olan bu çalışmada bir çok ünlü isim yer alıyor. Profesyonel makyaj uygulanarak fotoğraflanan yüzler gerçekten iç ürpertici :(  Umarım hiç bir kadını hatta hiç bir canlıyı böyle görmeyiz..



Ümit Karalar 'ın "Türkiye’de her gün şiddete maruz kalan üç kadın hayatını kaybediyor!" sloganıyla başlattığı bu çalışma,  5-23 Ocak tarihleri arasında City’s Nişantaşı Toprak Sanat Galerisi’nde sergileniyor..


Bu duruma kayıtsız kalmayalım!
İstanbul'da yaşayanlar gidip sergiyi mutlaka gezmeli ve amacına destek olmalı bence..

6 Ocak 2011 Perşembe

Rüya Şehir : PARİS

Daha önceki yazılarımızda da “Paris'te.. Fransa’ya gittiğimizde..” gibi tabirlere rastlıyorsunuz.. Üzerinden biraz zaman geçmiş olsa da, size bu geziden bahsetmek istiyorum. Şubat’ta romantik bir sevgililer günü geçirmek isteyen  ya da Paskalya dönemini değerlendirmek isteyenler için güzel bir alternatif Paris..

Paris’te 5 gün kaldık ve inanılmaz keyifli geçti diyebilirim. Gezilecek o kadar çok yer var ki, bir kez daha gitmeyi çok istiyoruz gidemediklerimizi görmek için. Türkiye’nin aksine ulaşım çok kolay orada. Her yerden tren geçiyor, istasyonlarda gayet net anlayabileceğiniz tren ağı haritaları var. Dolayısıyla gezmek eziyet olmaktan çıkıyor ve şehrin tadına varabiliyorsunuz.

İlk günümüz Fransız balkonları ile donanmış binaların arasında hayran hayran gezmekle başladı. Yolun sonunda Notre Dame Kilisesine ulaştık. Şehrin ortasından geçen Seine nehrinin kıyısında, heybetiyle duruyordu. Yukarıya çıkmak için uzunca bir kuyrukta bekledikten ve 387 basamak olan daracık bir merdivenden çıktıktan sonra soluk soluğa zirveye ulaştık. Kilisenin tepesinden şehri izlemek büyülüyor insanı, o an tüm yorgunluğunuzu unutuyor ve iyiki çıkmaya cesaret etmişiz diyorsunuz..


Tabi aynı gün Zafer Anıtına gidip çıkmak delilik sayılabilir. Çünkü anıtın zirvesine ulaşabilmek için 284 basamak çıkmak gerekiyor. Charles de Gaulle Meydanı’nın tam ortasında bulunan anıt, Napolyon Savaşları sırasında Fransa adına savaşan askerlerin anısına yapılmış.


Champs-Elysées ve Eifel Kulesi buradan harika görünüyor gerçektende..



Ertesi gün rotamıza harika bahçesiyle ünlü Lüxemburg Sarayı ile başlıyoruz. Bu bahçe, Paris'te mutlaka uğranması gereken yerlerden biri bence. Renkler birbiri ile içiçe öyle uyumlu ve güzel ki bu bahçeyi bırakıp saraya girmek istemiyorsunuz adeta. Birçok insan bizim gibi düşünmüş olmalı ki, bahçe daha kalabalıktı..



 
Burada soluklandıktan sonraki durağımız yine Champs-Elysées (Şanzelize) oluyor. Geniş kaldırımları kaplayan birbirinden ünlü alışveriş mağazaları ile ışıl ışıl olan bulvar adını Yunan mitolojisinde cennet olarak gösterilen Elysion ovalarından almış. “Kim parayla mutluluk alınamaz diyorsa, nerden alışveriş yapacağını bilmiyor.” diyen Blair Waldrof’da caddeye atıfta bulunuyor..


Bu meşhur cadde de Fransız usulü bir akşam yemeği yiyelim diyerek bir restauranta oturuyoruz; hizmet kalitesi güzel, yemek sunumu şık ancak lezzet benim damak tadıma hiç uygun değildi malesef. Gidecek olanlara tavsiyem, eğer benim gibi pişmemiş etten hoşlanmıyorsanız siparişinizin özellikle çok pişmiş olması konusunda garsonu uyarın!

Paris anılarımıza bir giriş yaptım ama tek bir yazıya sığacak gibi değiller.. Şimdilik bu kadar ama çok yakında devamı da gelecek ;)

4 Ocak 2011 Salı

Hadi Biraz Hareketlenelim..

Klasik egzersizlerden sıkılanlar için 2011 de yeni fitness trendleri çok eğlenceli. Dans, tekme, boks gibi hareketler içeren yeni tarzlar hızla hayatımıza giriyor. Konuyu biraz araştırdım, işte ortaya çıkanlar..

Kangoo Jumps

Eğlenceyi ve egzersizi bir araya getiren Kangoo Jumps 2011’in en trendy egzersizlerinden biri. Hem kilo verdiren hem de spor salonunda çalışmış gibi kas yapmamızı sağlayan bu egzersiz için ihtiyacımız olan tek şey Kangoo Jumps ayakkabıları almak ve her gün en az 5 dakika zıplamak. Çok keyifli gibi ;)


Piloxing

Bir diğer yeni spor akımı da, Pilates’in “pil”i ile boxing’in “oxing” kısmının birleşmesi ile isim bulmuş olan Piloxing. İki egzersizi bir araya getiren bu tarz; boksun gücünü hissedip, tekme ve yumruk hareketlerinin pilates ile karma haline getirilmesinden olşuyor. İsveçli fitness hocası Viveca Jensen’in icat ettiği piloxing’den faydalanarak zayıflayan ünlü isimlerin başında Hilary Duff ve Fergie geliyor.


Zumba

Zumba, fitness trendlerinin en yeni örneklerinden biri. Grup olarak yapılan egzersizleri seven, eğlenerek, dans ederek zayıflamak isteyenler için Latin ritimli bu dans-egzersiz kaçırılmaz bir fırsat. Müzik eşliğinde yapılan Zumba, dinamik çalışma sistemi üzerine kurulmuş, kalorileri yakarken bir yandan da kasları çalıştırmaya ve vücudu esnetmeye yönelik.


Kettlebells

Kettlebells, Ruslar tarafından geliştirilmiş, Rusça adı Girya olan, kulplu demir güllelerle yapılan bir çeşit ağırlık ve fitness çalışmasıdır. Gücü, dayanıklılığı, esnekliği inşa etmek için kullanılan çaydanlığı andıran bu ağırlıklarla çalışmak, bildiğimiz dumbell'larla çalışmaktan daha kolay olduğundan kadınlar tarafından daha çok tercih edilmekte.


Bellyfit

En keyiflisini en sona bıraktım.. Çeşitli dansları içeren Bellyfit'i keşfeden Alice Bracegirdle, bu sporu yapanların rüya gibi bir vücuda sahip olacakları konusunda iddialı.. Karın eritme egzersiz sistemi adını verdiği bellyfit, başka sporların yöntemlerinden de faydalanıyor. Oryantal dans, Afrika dansı, Bhangra dansı gibi daha birçok dansı tek çatı altında toplayan bu egzersize başlamadan önce 10-15 dakika meditasyon yapılıyor. Göbek dansını merkezine oturtan bu tarzda özellikle bel bölgesi ve kalçalar çalıştırılıyor.


Peki ülkemizde bu trendlere nasıl ulaşabiliriz?
Araştırmalarıma göre Kangoo Jumps satışı henüz Türkiye'de yok, daha önce GG de satışı yapılmış ancak şuanda ulaşılamıyor. Piloxing ile ilgili internette videolara rastlamak mümkün, sanırım DVD si de çıkacakmış.. Zumba dersleri veren dans kursları mevcut, detay bilgi için tıklayın..

Kettlebells, internetten almak mümkün, büyük spor mağazalarında da bulabilirsiniz belki. Bu konuda, uluslararası platformda ülkemizi temsil eden Murat Şinikçi 'den eğitim alınabilir. Bellyfit konusunda atılmış bir adım yok malesef.. Bu egzersiz benimde ilgi alanımda, o yüzden araştırmalarım devam edecek ;)